21 Eylül 2014 Pazar




 Bisiklet sürerken art arda pedalları çevirip hızlandıktan sonra, pedalları o müthiş hızla ters yöne çevirerek huzur bulduğum yıllar vardı.
Abimin torbasından zevkle kaçırdığım bilyeler, mahalle arkadaşlarıyla futbolcu kartı oynarken keydiiiiim  sesleriyle inleyen, erik ağacından düşmelerin pek pek fazla olduğu halde fakat şikayet etmediğimiz yıllardı, taa uzakta ki köyün oralar.
Sonra o hiç unutmadığım silgili kalem tıraşa verdiğim 0,75 kuruş!
Büyük paraydı o zamanlar tabii, kaç günlük harçlığımı biriktirdiğimi bilmiyorum.
Sonra evden gizlice aşırdığım salçalı ekmekler, şimdi ne nutellada ne de başka bir şeyde bulabiliyorum o salçalı ekmeğin tadını. Akşam ezanına kadar uzanan küçük dünyamız vardı neler sığdırmaya çalışırdık ve her eve girişimde yarın bunu da yapalım derdik yapacaklarımızın ucu bucağı gelmezdi.
Hafta sonu tatillerinde, yaz tatillerinde köyde en büyük teyzemlerde kalırdım ben genelde.
Şehir havası çekilecek gibi değildi, şehir çocukları bir garipti üzerleri pislenmesinden korkarlardı.
Arabaların dolu olduğu bir toplulukta yaşadıkları halde ağaçlara çıkmak onlara fazla lüks gelirdi, mahalle aralarında 3 tekerlekli arabalarda satılan eriklerden almayı tercih ederlerdi.
Üstelik ufak çekirdek poşeti kadar küçüklükte ki poşette 2.5 tlye satılıyor idi.
Tadı ağaçtaydı.
Bilmiyorlardı.
Olmamış eriklerin ortasında ki çekirdek zarını patlatıp tavuk mu? Horoz mu? Demeyi de bilmiyorlardı.
Topun kaliteli yahut kalitesiz olduğunu ben bunlardan öğrendim.
Anne babadan çekinmeden, var mıdır yok mudur? Diye düşünmeden bir şeyler istemeyi de bunlardan gördüm.
Onlar gibi olamadım asla ve hiç.
Onlara göre eksiğim yanlarında.
Bana göre ise –öteki.
Oldum olası öteki olmanın hazzını yaşadım.
(İyi ki varsınız kendini öteki hisseden ve ötekileşen insanlar.)

Ha bir de benim casperım vardı evet şu meşhur hayalet casper! O kadar benimsemişim ki ismimi sorduklarında ismim ‘casper’ ! diyebiliyor muşum.
(Bunu da yeni öğrendim annemden
J )
Sonra abimin pokemonu, balbazarın sevimliliği hiç unutulası değil.
J
Neden hatırlıyorum ki bunları?
Çocukluk denilince herkesin ki gibi pamuk şekeri tadında şeyler gelmiyor aklıma.
Beynime kazınmış ve unutmamın mümkün olmadığı şeyler hatırımda.
Bir burukluk var ama genzimi yakan.
Bugün arkadaşımla konuştum telefonda çocukluğumuzu özlediğimzi anlattık birbirimize, onun çocukluğunu ben benim çocukluğumu oysa ki bilmeden.
En çok üzülmeyi unutmamızı özlemişiz.
(Canını yerim  mucizem)
Sonrasında ağaç altına serdiğim kilimde hiç sıkılmadan akşam ezanına kadar yalnız başıma yüzü kalemle çizilmiş, kolları kopuk bebeğimle oynamayı ve onu dışarıda unuttuğumu bunu 3 gün fark etmediğimi ve fark ettiğimde çimlendiğini görmemi de elbette unutamam!
J
Sonra yine hiç unutmuyorum ki; rahatsızlandığı için doktor babama haplar vermişti ve ben zihnimde renklerine göre ayırır, onlara ona göre ulaşmak isterdim.
Mesela pembe renkli haplarından içmeliydim, büyüktüm hem ben.
Hapımda olsun hem de pembe.
Babamın haplarından çoğu kez içmek konusunda ısrar etmiştim, fakat ısrarlarım hep boşa çıktı.
Neden içemiyordum ki?
Üstellik pembeydi, bana göre pembe olan her şey masumdu.
Olağan ve farklıydı.
Çok öfkeliydim, çok.
Sonra annem ısrarlarıma dayanamayıp bir sabah babam işe giderken doktora uğrayıp,  doktordan bana da hap yazmasını söyledi.
Akşamın olmasına o gün ilk defa yıl gibi gelmişti, resmen camda bekliyordum.
Ben büyüktüm ve haplarım vardı, büyükler içerdi hapları.
Üstelik pembeydi, doktor herkese pembe hap vermiyordu.
Annem yemek yememiz için sofraya  çağırırdı beni, abim tvnin karşısına gelen yeri kapmak için hep önce koşar yetişirdi.
Fakat o gün onunla yarışmamıştım bile, ben yemek yerken babam sokak başından görünebilir ve ben onu göremeyebilirdim.
Yemek yemedim.
Akşam olduğunda benim haplarım gelmişti hemde pembe ve kırmızıydı!
Doktorumu çok sevmiştim o gün.
Sadece doktorumu değil, doktorlarıda.
Ve geçen gün öğreniyorum ki hap sandığım renkli şeyler bonibonmuş!
Kandırılmanın hissi genizimi yakmadı değil, madem beni kekledin şimdi ne söylüyorsun anneeeğ?
Bunlar iyide olsa kötüde olsa güzeldi, içine sığdıramadığım ve sığdırmam gereken şeyin çok olduğu bir çocukluk yaşantısıydı.
Asıl mesele 1999’un 17 ağustosunda yaşadığım güzel şehrin yerle bir olmasıydı.
nasıl bir kaos anlatamam.
O zaman çocukluk ne pembe haplarım gibi renkli, ne de gülen bebeğimin dudağındaki ruju kadar toz pembeydi.
Bilmediğim, anlayamadığım çok şey olmuştu ve oluyordu;

+Annemin anlayamadığım telaşı,
+Neydi bu gürültü?
+kapının arkasından o sofranın nasıl yere düşüp ayaklarımı morartması?
+Yaz ayında ki rüzgar nasıl devleşebiliyordu?
+Gökyüzünün mavisi neden kırmızıya çalmıştı?
+Yıldızlar nereye saklanmıştı?
+Herkes niye dışarı çıkıyordu?
+Gece gece niye çığlık atıyorlardı?
+Sınıf arkadaşım Enes’in annesi Ayşe teyze neden çığlık atıyordu sokakta?
 +Neden ayakta durmakta güçlük çekiyordum ben?
Bir saniye!
+Yer niye sallanıyordu?
Yerde duran yer oynuyordu!
Gidip geliyordum, bas baya yer oynuyordu lan!
Yer oynamazdı ama oynuyordu işte.
İlkten uyku sersemi olduğumu düşünmüştüm ama öyle böyle değildi işler, yer sallanıyordu.
Ne olduğunu bilmeden annemle babama bakıyordum, tepkileri neydi ve ne yapmam gerekiyordu hiçbir bilgim yoktu.
Bunca felaketlere rağmen korkmuyordum, sadece aval aval bakıyordum.
Annem beni bir köşeye oturtup, bizlere üst kıyafetler almak için eve girdiğini hatırlıyorum fakat ona herkes garip bakıyordu.
Eve girmek neden garipti?
Pardon yer sallanırken eve girmek neden garipti demem gerek.
Annem evimize neden giremiyordu?
Neden beni sokmuyordu?
Kafamda çözmem gereken milyon soru oldu, huyum adetimdir zaten soru sorup cevaplamak yahut cevaplatmak.
Anneme sormam gereken sorular çok olmuştu.
+Anne neden yatmıyoruz sabah camiye gideceğim, niye herkes dışarıda?
Niye yer sallanıyor?
Ne oluyor anne?
Annem tüm sakinliği ve güçlülüğüyle beni geçiştirerek bir şey yok, deprem oluyor korkma geçecek inşallah sabaha kalmaz dedi.
Ama annemin dediği gibi olmadı.
İlk defa annem sözünü tutmadı ve ilk defa annemin dediği gibi olmadı hiçbir şey, biz sabahlara kadar dışarıdaydık ve yer hep sallanıyordu Ayşe bebeğimin salıncağı gibi.
Ve annemin dediği gibi olmamıştı yine ve yeniden.
Bizi kim sallıyordu?
Ben kimsenin ellerini görmüyordum, biz neden uykunun ortasında sallanıyorduk.
Hadi ben o zaman 28 kiloydum kolay sallanırdım ama koskoca ağaçlar, evler, yollar nasıl sallanıyordu?
Akıl işi değildi, biraz daha düşünse idim kafayı yemek üzere olurdum.
Ya da tüm haplarını yutmuş bir şizofren gibi.
Sabah olduğunda gözümün göreceği uzaklıkta evler yıkılmıştı.
Neden diye düşündüğümde cevap bulamadım, anneme sordum.
+Ne oldu?
+Niye evler yıkıldı?
+Onlar nerede yatıp, kalacak?
+Kim yapıyor bunları, kimm!!!
-Otur bir yerinde, korkma deprem oldu demiştim ya akşam. Deprem böyle bir şey, yer sallanır ve üzerinde sağlam olmayan evler yıkılabilir, onların evleri yeniden yapılacak ve onlar yeniden evlerinde kalacak.
+Ama evde kalanlar, evler yıkılırsa çıkamaz dışarı? Ağır duvarlar düşerse üzerlerine tutamazlar elleri acır onların.

Dediğimde annem susmuştu, yine çok soru sorduğum için kızdığını düşünmüştüm ama şimdi neden sustuğunu ve kim yaptı dediğimde sesini çıkartmayışını anlıyorum.
Örtüsünün kokusundan öptüğüm annem, iyi ki var.
Öğlen oldu bir koşuşturma başladı evlere girilmiyordu, annemi eve yollamıyordum ağlamaya başlıyordum hemen.
 Eve girerse ev yıkılır, duvarları tutamaz elleri acır diye.
Hiç aklıma duvarların insanları öldürecek derece de ağır olabileceği gelmemişti.
Ev nasıl insanı öldürebilir diyordum.
Biz onun içine girip yatıyorduk, yemek yiyorduk, oturuyorduk.
Öldüremezdi yani bizi, bana göre bu böyleydi ve böyle olması gerekiyordu.
Koca koca kamyonlar gördüm evimizin karşısında herkes onun başında toplanıyordu bende gittim mahalle muhtarı gibi, burada herkesin ellerinde ekmek, kahvaltılık, yiyecek gibi şeyler vardı.
İnsanların dolaplarında yiyecekleri yok muydu?
Niye bir şeyler dağıtıyorlardı?
Para ile satın aldıklarını düşünüyordum.
Param olmadığı için izliyordum, hoş param olsa bile karnım acıktığında ekmek almazdım aklıma gelmezdi ekmekleri babalar alırdı çünkü.
Baktım para vermiyorlar, bende el uzattım bana da verdiler ben elimdekilerine bön bön bakıyorum tabi eve ben getirdim kendim getirdim diye sevinip böbürleniyordum.
Büyümüş olmanın hazzını yaşıyordum.
Yemeğimizi dışarıda bahçede yedik, ben hala durumun farkında değilim mutluydum piknik yapıyorduk ve babamın günde 3 işte çalıştığını, yanımızda olmayışını şikayet etmiyordum.
Tabi bizi sevmediği için eve geç geliyor diye düşünürdüm halbuki aslını öğrenince sindirmesi kolay olmadı.
                                                             
Ne zor şeydi çocuk olmak.

Köyün en büyük bahçesi bizimdi,  uçsuz bucaksız bir çiftlikti.
Bizim bahçede kalan çok komşularımız oldu ve ilk defa komşu çocuklarıyla kalma sevinci vardı.
Mecbur olduğumuz için kaldığımızı bilmiyordum hala.
Öğleden sonra etrafa gitmeyim, dibinden kaybolmayım diye o girmemesi için ağladığım, duvarlarının düşeceğini düşündüğüm eve annem girip Ayşe bebeğimi almıştı bana.
O gün Ayşe’ye çok kızmıştım onunla oynamadım.
Annem onun için o tehlikeli gördüğüm eve girdi.
Etrafı kolaçan etmeye çıktım Ayşe bebek bile yerimde oturtturamadı beni, oturamazdım zaten.
Bilmediğim çok şey vardı.
Her konuşana kulak misafiri olmaya başladım ne olduğunu en iyi böyle öğreneceğimi düşündüm.
Hatta köyün çocukları ile şebeke kurmayı düşündüm ama bana göre fazla tırsaklardı.
Saat 3.05 civarı 7,4 büyüklüğünde 45 sn süren bir kıyamet fragmanıymış bu deprem denilen şey.
Kıyamette kötüymüş depremden sonra, öyle böyle değil de ben bu depremden tırsmaya başlamıştım.
Yani benim şebeke elemanları azıcıkta olsa korkmakta haklı olduklarını düşünmeye bile başlamıştım.
Annemin yanına gidip o eve girmemesini sağlamaya çalışmaya gittim, o gece dayıma kalmaya giden abimde geldi ona bir şey olmadığı için çok mutlu oldum.
Gidip sarılamadım, sevgimi içimde yaşardım hep.
(HALAONUNEKADARÇOKSEVDİĞİMİBELLİEDEMEM)
Annem akşam yemeğimizi dışarıda sabah kahvaltımızda ki gibi piknik usulü hazırlamaya başladığında babam geldi bisikletiyle, işten geldiğini düşündüm ama öyle değilmiş.
Biraz garipti babam o gün, sofrada sessizdi ve yemekte konuşmamıza kızmıyordu.
Abimle didişmemize bile kızmadıysa kesin mühim mesele vardı.
Abim hortlamışı hiç dikkat edip umursamaz böyle şeyleri.
Neyse bir şekilde öğrenmeliydim olanları.
Yemekten sonra yattığımızda (hala bahçede kalıyoruz) yorganın altında annemle babamın konuşmalarını dinledim.
Üzerinde 5 kat daha apartman daireleri olan, iş yerinin yıkıldığını ne yapacağını bilmediğini söylemişti.
Koskoca bina nasıl yıkılırdı?
Apartman nasıl yere düşerdi?
Ya babam?
Onun emekleri, gücü, dik duruşluğu hepsi yok olmuştu.
Onca varlığı olan babasının ona sırt çevirmesi, varlık içinde yokluk görmesi, günde en az 3 işte koşuşturması ve bunlara rağmen ayakta durması.
Eşyaları bile yokmuş dedem onları evlerinden kovduğunda, azimle çalışa çalışa sonunda bir dükkan açmıştı.
Ve o dükkanda malum depremde yıkılmış.
Babamın da iş yerlerinin duvarlarını tutamadığını düşündüm.
Babam güçlü değil miydi?
Neden duvarları tutamıyordu?
Çarşının hiç iyi olmadığını, çok karışık tanınmayacak halde olduğunu ve kalabalık olduğunu söylemişti.
Çok kişinin öldüğünü, nasıl kalkınıp nasıl ayakta duracağını bu şehrin merak ediyordu babam.
İnsanlar neden ölmüştü?
Neden çarşı karışıktı?
Neden kalabalıktı ki?
Ben o oyuncak beğendiğim dükkanı bulamayacak mıydım bir daha?
Babalar işe giderdi, benim babam artık hep evde mi olacaktı?
Babalar nasıl evde olurdu?
Sadece benim değil, arkadaşlarımın babaları da evlerindeydi üstelik.
Durum vahimdi anlaşılan.
Bunları düşüne düşüne günlerim geçti bahçede yorganın altında huzurluca uyuduğum o gecelerde.
Her gün sallanıyordu yerler, alışmıştık.
Ne zaman sallanmayacak diye bekler olmuştuk.
Dağıtılan eşyalara şaşırmıyordum onlarda normal gelmeye başlamıştı bana.
Hatta yardım kuyruğuna girmiştim bir kere çilek reçeli vermişlerdi, kucağımdan bir amca almıştı arkasına bakmadan gitmişti.
Çok kızmıştım onu ben aileme, anneme götürüyordum.
Babamın çarşıdan getirdiği güzel bebekler vardı, annemin düşünceli yüzü.
Babamın endişeli suratı, hep bunlar vardı.
Sonra ölüm haberlerinin yakınlarımdan gelmesinin endişesi vardı, hep yakın akrabalarımı düşünüp onlar ölmesin Allah’ım diye dua ettim.
Sonra kimse ölmesin Allah’ım diye dua eder olmuştum bahçedeki seyyar mis yatağımda.
İlk ölüm haberi akrabalarımızdan gelmişti, babamın halasının torununun yüzüne ağır duvarlar düşmüş ve ölmüş.
Emel abla ölmüş, hiç inandırıcı gelmiyordu.
Bana göre ölemezdi, sebebi yoktu neden ölsün ki?
İnsanların neden öldüğünü anlamıyordum o zamanlar.
Yine korktuğum ve babaların bile tutamadığı ağır duvarlar, Emel ablanın elinden tutup götürmüştü aramızdan.
Kızlar, çocuklar, anneler, babalar, ağabeyler, arkadaşlar, akrabalar ölmemeliydi.
Hatta  kimse ölmemeliydi!
Şaşkınlıkla bunları düşünürken yan komşumuzun maviş gözlü 1.5 yaşında ki torununun annesiyle öldüğünü öğrendim.
Bana göre bebekler hiç ölmemeliydi!
Köyde çalkalanıyordu bu haberle.
Annesi bebeğinin beşiğine giderken ölmüş, bebek ise korkudan gözleri yerinden çıkarak can vermiş.
Bebeğin babası da enkaz altında 3 gün kalmış ve bulunamamış.
Sonra sağ salim bulundu haberi yayılmıştı bu seferde.
Korkuyordum, yani bana göre sadece tükenmez kalemi oyuncak bebeğimin gözüne sokarsam onun gözü çıkardı sadece ufak gerçek bebeğin nasıl gözü çıksındı?
Akıl işi değildi bunlar.
Artık soru sormaya bile yorulur olmuştum.
Hiç bir şeyin düzeni yoktu.
Hiçbir şeyin cevabı olmadığı gibi.
Deprem vardı, oldu bitti ve yaşanmıştı.
Korkuyordum.
Fazlaca.
Hala bir uktedir çocukluğum içimde ölümerin mübalaca olduğu üzere.
Şimdilerde o çok korktuğum zamanında çok ağır olduğunu düşünüp babamın bile kaldıramadığı duvardan başka kimseye sırtımı yaslayamaz oldum.
Büyüdüm, güldüm, ağladım ve zaman geçti.
Zaman geçerken, en çok bana geçirdi.


#PEMBEGÖZLÜK