3 Temmuz 2013 Çarşamba

+ Ben çocuk kalabilir miyim?









İlkokulun tahta sıralarının önlüğümün kollarını karartıp kirlettiğinde annemden azar yediğim yıllardaydım.
Fazla geçmedi üç aşağı beş yukarı.
Bazı şeyleri görüp susmak zorunda olduğumuz, ve bu zorundalığı hissettiğimiz tek yer yutkunmanın gırtlağımıza asıldığı tek yerdi boğazımız.
Ne acıtıyordu, sanki babam boğazıma yumruk atmıştı.
Babamın annemi dövdüklerinden hatırlıyorum.
Hala hatırımda kaldı, hiç gitmediler aklımdan. 
Ve Ben kavgayı hiç sevmedim de zaten, hep korktum.
Neyse.
İlkokul, ortaokul çağlarımda hep sessiz gizemli ve kendi halinde biriydim.
Kimsenin farkında ve haberinde değildim.
Bundan zevk alıyordum, düşünsene kimsenin farkında değilsin ve vitrinde satışa sunulan şatafatlı bir elbise gibi meydanda değilsin.
Bir kız için garip ama bana çekici gelen farkedilmemekti.
Bunu büyüdüğümde, hatta ve hatta şimdide yaşayabiliyorum garip oluşluğumu.
Aslında bazen düşündüğümde kendimin aynı, herkesin farklı ve abartılı yaşadığını düşünürüm.
Yüksek binalardan korkardım.
Gerek yoktu böyle afilli şeylere.
Pahalı arabalardan ürkerdim.
İçlerindekiler hep acımasız ve kotu insanlar olur diye düşünürdüm.
Tabı böyle düşünmeme biraz Türk sinemaları yardım etmedi değil tabı.
Ediz hun'un pahalı ve gösterişli bir arabayla gelip annesinin (Hülya Koçyiğit'in) evinden Sezerciği zorla kaçırtıp üvey annelere teslim ettiği filmlerle büyüdüm ben ne beklenile bilir ki.
Yanı drama başucu olayımız gibi bir boşluk bulduğunda bok varmış gibi damlıyor.
Neyse ah olaylar, olaylar.
İlkokulun 4. Sınıfının 2. Döneminde geldim ben malum okula.
Köyden şehre taşınmıştık, çok seviniyordum.
Nedenini bilmiyorum.
Ama asla şehrin görkemi, büyüsü değil.
Şehir 17 ağustos'ta ki kayıplarından sonra asla büyülü, gösterişli ve görkemli gelmedi bana.
Yapılan her binanın altlarında o cesetleri görüyor gibiyim.
Komşumuzun 2.5 yaşındaki çakır mavisi gözlerinin korkudan yerinden fırladığını duyduktan sonra, bunları düşünecek zamanım hiç olmadı.
Aklıma geldikçe, çıldırma raddesine gelebiliyorum.
Çığlıklar atıyorum ama gariptir ki o gün olduğu gibi sesim çıkmıyordu ve kahretsin beni kimse duymuyordu!
bu konuyu unutmam için, yazıya ara verip fındıklı neskafe içip öncesinde yüzümü yıkamam gerek.
(5dk geçer)
Neyse geldim.
O okulda sessizdim, sınıf arkadaşlarıma ayak uyduramayacağımı düşünüyordum.
Onların pembe bulutlarda yaşadığını, hiç bir şeyi ciddiye almadığını hatta ve hatta süs bebeleri olduğunu düşünüp on yargılarımdan kurtulamazdım.
Fazla konuşmuyordum, arkadaşım olsun istemiyordum.
Neyse ki 1, 2 tane oldu.
Öyle böyle okul gitti alıştım.
İlkokul öğretmenime hala minnet duyuyorum, kitap okumayı bana alışkanlık eden veli nimetim o benim.
Öyle güzel okurdu ki hikayelerini zaman geçmesin isterdim.
Neyse ki hep zil erken çalardı.
Ayarından anlasam zil ayarını karıştırabilirdim, ama bilmiyordum iste.
Öyle böyle derken 5. Döneme geçtim ve ilk dönemdeyiz, okula başlama heyecanları klasikliği vs.
Klasik normal bir gündü yine sıkıcı bol trafikli, bozuk parkları, bakkalları pahalı olan şehirden ne beklenirdi ki zaten.
O gün derste öğretmen bir konudan bahsetti, okulda yürütülen bir projeden.
Okulda durumu olmayan öğrencilere yardım edileceğini ve bunlar için sınıfta görevli seçmişti hoca.
Bende sevindim insanları mutlu edebilmek uğruna çaba gösteren birileri de varmış diye.
Düşüncelerden sıyrılmama hababam sınıfının melodisi olan teneffüs zili müsaade etti.
Kantine gitmek üzere iken Alı bana seslendi.
+Efendim.
-Şimdi sana bir kağıt vereceğim ne istiyorsan yaz, dedi.
+Niye bunu istiyorsun kı Alı?
-Öğretmen dedi ya iste.
+Benim ihtiyacım yok başka birini bulun.
- Uf yaz iste uzatma dedim sana.
Bu baskı karşısında ürktüm kabul ettim.
Kağıda kalem, defter, çanta yazdım.
Ve Ali'ye teslim ettim.
-bunlar az, daha yaz dedim. Dedi.
Sadece gözlerine baktım ve kağıda uzanmadım.
Garip geldi.
Ben fakır değildim ki.
Niye bana yardım ediyorlardı.
Niye ihtiyacı olana yardım etmiyorlardı.
Dışarıdan fakır gibi mi gözüküyordum?
Babamın gururunu düşündüm.
Çalışıyorum da yettiremiyorum, yardım ediyorlar diyecek diye düşündüm.
Nasıl acıdı ki içim o çocukluk aklımla, hala burnum sızlar aklıma geldikçe.
Okuldan eve giderken üzülüyordum ve sürekli yatarken, kalkarken, uyku arasında, yemekte, aklıma gelecek her yerde "ben fakır değilim" diye tekrar ediyordum içimden.
Ve kopek gibi annemin duymasından korkuyordum.
Huzurluydum, ihtiyacım yoktu bir şeye ve har vurup harman savuracağım imkanım da yoktu.
Kendi dünyamda mutluydum.
Zaten bunu aileme söylesem bunu önemseyeceklerini sanmıyorum çünkü kendi kavgalarından bize sıra yoktu.
Her gece bitmek bilmeyen kavgaları bir sıçan boku tanesi kadar mikroplar beynimin hücreleri inim inim sızlatıyordu.
Açıyordu lan acıyordu acıyor!
Yastığın altına sokup, basımı yorganın altına gömerdim.
Çocukluğumdan kalmış bu huyum bugünüme.
O yorgan, üzerindeki nevresim takımı sanki her şeyi kapatıp, bana duyurmayacak ve her şeyi iyi edecekti sanki.
Buna inanıyordum, buna inanmaya mecburdum.
Ne 2 sokak arkadaki kadının çocuklara deli olmadığını dil döke, döke anlatabilirdim.
Ne de okulda gördüğüm fakır muamelesini.
İnanmak zorundayım, zorundaydım.
2 hafta sonra müdür odasından çağırıldım ve paketleri elime verdiler.
Boynumu büktüm.
Bana açısın diye değil, bilakis utandığım açıklama yapma şansı vermedikleri için.
Bir dinleselerdi beni, anlatacaktım her şeyi.
Ben fakir değilim, babam çalışıyor hatta Cihangir öğretmenin evinde kirada oturuyoruz. 
Annem temizliğe de gitmiyor diyip teker teker anlatacaktım.
Ama kimse dinlemedi, dinlettirmedi beni.
O zamandan alışmış olmalıyım susmaya.
Okul çıkış zamanıydı, kimseye görünmek istemedim.
Arkadaşlarım görsün istemedim.
Ali sınıfa yaymadıysa tabı.
Tuvalete gidip çantama doldurdum eşyaları.
Eve nasıl sokacaktım?
Neyse aklıma mahalledeki çocuklara dağıtmak geldi aklıma, durumu olmayanları gözüme kestirdiğimi verir gibi değil de hediye eder gibi verdim.
Utanmasınlar diye (benim gibi).
Ben fakirlikten utanmadım.
Fakirlik tercih meselesi değil, yaşam biçimidir.
Kişinin kendisi tercih etmez, benim tek amacım beni dinlemelerini sağlayıp kendimi anlatıp, ihtiyacı olan insanlara verip onları mutlu etmekti.
Geçenlerde bir dizide rastladım, okul müdürü çok çalışkan öğrencisi fakır ve ona mont, çizme alıyor. Kız hocam montla çok sıcak hırka ile üşümüyorum, hem benim ayakkabım var ayağım yara.
 Olduğu için giymiyorum, dedi.

Halbuki ayağındaki çorap bile delikti.
Ve kış ayında, dışarıda kar varken, kendisine 2 numara büyük gelen terlik vardı minik ayaklarında.
O saçları örgülü kızın, gururlu oluşunu sevdim fakat çoraplarının delik olduğu için parmaklarını büküşü, yüreğimi, içimi parçaladı geçti.
Evet yine asılı kaldı gırtlağımda.
Hangimizin ayağında delik çorabı olmadı ki?
Hangimiz, onları saklamaktan utanmadık ki?
O değil de çocukken hayat daha mutluca.
Bir şey diyebilir miyim?
+Ben çocuk kalabilir miyim?

Pembe Gözlük