16 Mayıs 2016 Pazartesi


Göğsümde türeyen gam kendimedir.
Beni anlat.
Beni sana anlat.
Sana seni çok iyi tanıdıklarını, seni sevdiklerine inandırmaya çalışacaklar.
Onlara inanma.
Onlara aldanma.
Ben hiç bir ayrılığın bir insanı öldürdüğünü görmedim.
Yerle bir ettiğini, süründürdüğünü,
 kursakta tıkanan nefesin var olduğuna defalarca şahit oldum.
İnsanı öldüren, yalnız ve yalnız insandır.
İnsanı öldüren, gerçektir.
İnsanı öldüren, diğer insana güvendiği yerdir.
Geçenlerde ellerim öldü demiştim ya, bak sahiden ellerim öldü.
Hiç bir dünya nesnesine tutunamıyorum.
Omurgamdan eksildim anlatabiliyor muyum?
Göğün kubbesi olan şu gökyüzünde yıldızları saymaktan yıldım.
Bir ağaçtım devrildim.
Bir kadındım eğrildim.
Düşüyorum en çokta senin yükseğinden.
Beni bana anlatma, beni sana anlat.
Beni yalnız ve yalnız sana anlat.
Bıyıklarının erkeksiliğinden öpüyorum.
Affet.

#SinemTetik

25 Nisan 2016 Pazartesi

BİR KURBAN VERMELİYDİK






BİR KURBAN VERMELİYDİK
Kimi zaman dudaklarıma kadar geliyorsun. Dişlerimi yumruk ediyor ve küçük dilimi susturmak için yutkunuyorum. Düğüm düğüm oluyor kelimeler. Ucu bucağı olmayan sessizliği sesleştirmemek için, üstümde bütün işkence yöntemlerini kullanıyorum. Filistin askısı yapıyorum, tükürüğümle boğmak için, kelimelerin yüzüne tükürüyorum. Islayıp tek ayaküstünde beklettiklerim de var. En kötü olanı da ne biliyor musun? Devamlı adını soruyorum kendime. Daha baş harfine başlamadan adını ağzıma tıkıyorum...
Korkuyorum çünkü! Başka bir sima düşüncesinden, kokunu getirmeyecek yaban rüzgârlardan, senden sonra sığındığım kalelerimin yıkılmasından; senin kalelerini teslim etmenden... Her şeyden, ama her şeyden çok korkuyorum. Bu yüzden, acımı acısına alıştırmak için, bedenime boş yaralar yerleştiriyorum. Tek defada kullanılıp atılacak, O’nlarca anlaşılmayan onlarca yaram oluyor. Ve enkazımdan çıkardığım geçmişimin sorgulanmasına tanıklık ediyorum...
Oyun mu oynuyorlar benimle? Peki, ya ben? Bir oyun daha oynamaya gücüm yeter mi? Tekrar gözlerimi yumabilir miyim, ya da saklanabilir miyim? Koşabilir miyim hayatın peşinden? O dil sürtüğü kelimeyi yeniden küfre yorabilir miyim? Peki, artık seni seviyor muyum?
Bilmiyorum!
Tek bildiğim, bitti artık. Geçmiş kimse(!) her şey geçmişte kaldı. Zaten bu yük sana ait değildi. Bir yere kadar verdiğim söze tutunarak ben sahiplenebildim, sahiplenmeye çalıştım. Ama şimdi, aramızda yaptığımız tek taraflı anlaşmamayı bozuyorum. Görebiliyorsan, Cami avlusuna bırakılan bebekler kadar sahipsiziz... İtiraf gibi gör bunları. Ya da timsah gözyaşlarımı akıttığımı düşün. Daha ileri git istersen, ‘’Hayvanca’’ de! Ama bittik sevgilim, bittik!
"Bir" kurban vermeliydik yetmedi, biz’i verdik


Halis Karabenli

16 Nisan 2016 Cumartesi

Nilgün.
Ah Nilgün.
Konuşamıyorum bugünlerde.
Anlatıyorum sadece sana.
Beni dinle Nilgün.
Beni anla.
Bana kucak aç.
Bir adam oluyor mesela, onu içinin en üst rafına koyuyorsun.
Koruyup kolluyorsun.
Yemeğini, ilacını, uykusunu, üşümesini, çoraplarının ıslanmış olabilme ihtimaline kadar düşünüp düşlüyor.
Kendine sana dikkat etmesini ve önem vermesini istiyorsun ondan.
Bir ananın evladını sarar gibi bağrına sokuyorsun.
Kırılacak camdan bir eşyaymış gibi davranıyorsun.
İlk kıran seni o oluyor.
Mamafih ilk parçalayan da o.
Sonra kırmamış gibi karşına çıkıyor.
Ama sen seviyorsun.
Sebepsizce.
Ah Nilgün.
Beni bazen anlamadığını düşünüyorum.
Bu düşüncenin bile ne kadar canımı yaktığını tahmin bile edemezsin.
Sen ulaşılması güç bir hazinesin.
Beni anlayan tek insan da sensin üstelik.
Herkes, herkesi sevebilir.
Herkes herkesle konuşabilir.
Ama herkes herkesi anlayamaz.
Korkutuyor, ürkütüyor senin beni anlamama ihtimalin.
Acıyor Nilgün, çok acıyor.
Geçecek deme.
Geçmesini isteyende yok.
Geçsin istemiyorum Nilgün.
İnsanlardan , kaçıyorum.
Bir yazı yazmak, bir kitap okumak, bir kahve içmek, bir böğürtlenli jelibon , bir sen bir de Eser Gökay var.
Anlatabiliyor muyum Nilgün?
Nasıl bir yabancı gibi düşünüp düşleyip , yola devam edebiliyor insan?
Nasıl bir çırpıda tüm dünyayı ellerinin tersinin ardına alabiliyorlar?
Nasıl başka bir gönle meyledip kafalarını yaslaya biliyorlar?
Bunu nasıl yapıyorlar?
İnsanlar mı çok güçlü?
Yoksa ben mi çok beceriksizim?
Sana anlatıyorum Nilgün sana.
Beni anla.
Ne olur anla.
Ne olur anla.
Tek isteğim bu.
Korkuyorum Nilgün, korkuyorum.
Kızımla yüzleşmekten korkuyorum.
Ona anlatacak çok şeyim var, çok şey birikti.
Ondan utanıyorum Nilgün.
Ondan çekinip, ürküyorum.
Sorularını cevaplayamamaktan yüksünüyorum.
Neden böyle Nilgün?
Neden?
söz vermiştim oysa ona.
İnsanlar sözlerinde durabilen bir varlık değiller.
Sana onu anlatsam konuşmanın sonu bir şiirle biter buna eminim.
Ben sana anlatıyorum Nilgün.
Mektup değil bu.
O, bu, şu da değil.
Bu benim içimin döküntüsü.
İçimin oyuğu acıyor Nilgün.
Tut elimden.
Ben galiba yine bir adamın en yüksek katından tekrar ve tekrar düşüyorum.
Üzgünüm.
Nilgün tut elimden düşüyorum.
Düşüyorum.

5 Nisan 2016 Salı

https://www.youtube.com/watch?v=5ICZ94ctqH8

Bak bu dram.
Bak bu özlem.
Bak bu direniş.
Bak bu dibe vuruş.
Bak bu "iyiyim" yalanının ironisi.
Bak bu içten içe yok oluş.
Bak bu sevda denilen zımbırtının son demi.
Bak bu "özledim" demenin kısa yolu.
Üzgünüm,
Her kadın sıyırır bazen biraz, biraz.

1 Nisan 2016 Cuma


Ben bir kitabın, kitap ayracı olmaktam vazgeçtim dün gece.

Bir "vazgeçme" eylemi kadının nazarında pek te kolay gelebilen bir şey değildi.
Devrimdi, kaostu, arbede idi, toma idi, kaslı barikat kuran bir polisin korumacı tavrı kadar keskindi.

Kolay değildi işte bir kadının vazgeçmesi.
Ağırdı, ağrıtırdı.

Ben seven bir kadının gözünde ki çaresizliğe astığımdan beri kendimi, kutsaldı her kadın bana.

Kulak memelerine çivilediği küpeleri bile her kadın kadar dişiydi biraz.
Geçenlerde bir yazarın "rahmindeki analığa  imreniyorum. Saçlarının tellerine imreniyorum." yazısına gözüm takıldı
Rahminden, saçının telinden de sevilirmiş kadın.
Sevin elbet kadınınızı.
Sevin.
Veda edeceğiniz, size veda edeceğini anladığınız  adamlara sarılın.
Sıkı sıkı sarılın.
Sarılmadan hiç veda edilir miymiş?
Kim çıkarıyor bunları yahu?
Bir batsın kaburga kemiği boşluğunuza, sonra gitmek mi istiyor?
Gitsin!
Gidebilirse gitsin.
Eğer gidebiliyorsa gitsin!
Ben giden bir adama "dur"  denilmeyeceğini öğrendiğimden beri bir adam tarafından tam 14 kez terk edildim.
Yanlış okumadınız.
Tam 14 kez terk edildim.
Yooo, hayır.
Aptallık değildi.
Sevdaydı, gamdı, kederdi belkide ama aptallık asla değildi.
Ama Sevdaydı eminim buna.
Siz hiç sizi terk ederken giden bir adamı sevmeye devam ettiniz mi?
Siz hiç koskoca bir adamı ufak bir oğlan çocuğu gibi bağrınıza sokup, nası gibi kafasını bağrınıza bastırıp ensesini kokladınız mı?
Size kızmasını, şımarmasını, çocukluklar yapmasını, sonra ufak bir çocuk gibi size yanaşıp kendini affettirmesini izlerken bir adamı sevmeye devam ettiniz mi?

Sizi "sevgili"  kavramı barındıran mahlas tan uzak tutup "annem, evim, yuvam, (maviden kadınım)"
-diye sevmesine izin verip ömrünüzün tam üst rayına bayrak dikmesine müsade ettiniz mi?
Dudaklarınız var iken sizi avuç içlerinden, el bileklerinizin içinden, damarlarınızın üzerinden,
 kokunuzdan, parmaklarınızı kaplayan etten derinizi öpen bir adamı kaç kez sevdiniz?

Bir sevda ancak, bir sevda üzerine kurulur ise tamamlanırdı.

Ve dünyanın gök kubbesi gökyüzü olan bu kainatta tam bir kez, evet tam bir kez bir adam tarafından tamamlandım.
Tam-anlamlandırıldım.

Şimdi hangi gökyüzünde kuş olmuşum, hangi  yeryüzünde bir şair tarafından şiir olmuşum kime ne?
Üşüdüm.
Üşüdüm.
Çok üşüdüm.
Hiç bir mavi, hiç bir gri ısıtmıyor artık beni.
Tahtakalenin renkli mandalları ile göğün yüzüne tutturulmuş yıldızlarda benden taraf değil bu sıra.
Koskoca göğün yüzü maviden bir kadına nasıl olursa sırt çevirip örseleyebiliyordu ki dişiliğini?
Nasıl olurda göğün yüzünün mavisi ile boğmuyordu onu?
Siz hiç çaresiz bir kadının gözünün yaşını elinin tersi ile sildikten sonra başka bir gönüle yerleştiğini gördünüz mü?
Kadınlığından incinen bir kadın,  çiçekler açtırır mı vücudunuzda?
Bak bu hüzün.
Bak bu hüzün dedim ya, gerçekten bir hüzündür bu.
Bir kadının eğrildiğini ağzı ile söylemesi kadar da korkunç.
Her gece yastığına parmağıyla  masal kahramanlarını çizen, kadınların yangınıdır koca bir adamın çocukluğunda ezilmesi.
Tutunamıyorum.
Düşüyorum.
Fesleğenlerime anlatıyorum hala ben bunları.
Bir kadının bir adam tarafından tam  14 kez terk edilişini.
Fesleğenler hep susuyor.
Fesleğenler hep dinliyor.
Fesleğenler hep yanımdalar.
Tam şurada.
Ellerimin altında.
Bazen ara sıra fısıldadıklarını işitir gibi oluyorum.
Sonra geçiyor.
Fesleğenler konuşmaz -dı çünkü.
Ben içimdekilerini cansız olmasına dikkat edip özen gösterdiğim her şeye anlatıyorum.
Bir banka, bir telefon direğine, bir kahve kupasına, bir ahşap masaya, bir çay kaşığına mesela geçenlerde üzerimi örten yorganıma anlattığımı gördüm.
Bazen kitaplıktaki kitap ayraçları ile konuştuğumu fark ediyorum.
Sonra kitaplığa para bandı ile yapıştırdığım ender yazarların kendimi bulduğum sözlerini not aldığım müsvedde kağıtlarına ses edip, konuşuyorum onlarla mesela.
Bahar geldi bak.
Havalar biraz daha ısındığında bahçedeki ahşap salıncağa da anlatmayı planlıyorum mesela.
Yahutta film İzlerken kucağıma yerleşen içi abur cuburla dolu plastik bir kaba ya da seninle beraber kullandığımız, sana da sırf mavi diye aldığım cam kavanoz bardağa.
Daha ne kadar anlatıcam?
Daha ne kadar omurgamdan bildiğim seni, vücudumdan arındırıcam?
Daha ne kadar adının geçmediği cümleler kuracam?
Ne kadar içinde sen olmayan nesneleri, kişileri, yahutta her hangi bir şeyi özleyeceğim?
Tutunamıyorum demiştim ya, bak ben sahiden tutunamıyorum.
Her kadın severken sıyırırdı biraz.
Sıyırdık albayım, sıyırdık.
Mümkünatımız yok bundan böyle.
Üzgünüm.
Katilim sizsiniz.

Dündüşündümbugünyazdım

28 Mart 2016 Pazartesi


Ben bir adamı kaybettim diye üzülmedim, o adamda kendimi kaybettim diye üzüldüm.

Yenildim.
Eğrildim.
Erindim.
Yüksündüm.
Örselendim.
Ötekilendim.
Kimsesizleştim.

Ben o adamı değil, o adamda kendimi kaybettim.
İçimin boşluk tuşuna uzunca basılmış gibi, bir boşluk dolu içimde. 
Bir boşluğun, ne kadar dolu olabileceğini öğrendim ben dün gece. 
Sesim, sesine düştü. 
Bir apartmanın çelik merdiven korkuluğuna tutuna tutuna, yeryüzünün alt katına indiğimde farkettim ben bunu. 
Sesim asıldı. 
Kadındım ben, aldandım.
Kadınlar aldanırdı çoğu zaman.
Dedim ya, kadındım ben, aldanırım bazen bazen.
İnsanlar, düşerdi. 
Bazen üç beş kez. 
Bazen sayısı olmazdı. 
Yerden kalkamayanını da gördüm mesela. 
İnsan yeryüzüne düştüğünde kalkabiliyor da, bir insanın içine düştüğünde öyle kolayda kalkamıyordu. 
Sesine düştüm ya, kalkarım elbet.
Kalkmalıydım da.
Ah unutabilsem.
Ah unutabilsem, her ülkeyi şehirlerden ayrımsayabilirdim elbet. 
İnsan.
insan yarasına denk geleni seviyordu. 
İnsan sesine düşeni, elleri ellerine yerleşeni seviyordu. 
Kendisine bağrını yuva yapanı, sığınabileceğini, düştüğünde kaldıracağına emin olduğunu, yuvam, ailem dediğini seviyordu.
Elleri.
Elleri merhameti gibi kocaman olan insanları seviyordu. 
Herkesten, herşeyden ötekileştirme ihtiyacı duyuyordu yanı sıra.
İnançlarını sorguluyordu. 
Bir dinin sorgu amelleri gibi.
Yapamayacağı şeylerin hengamesinin içerisinde buluyordu insan severken kendini.
Aptal oluyordu çoğu zaman. 
İyiyi, kötüyü hesap edemiyordu elbet. 
Zaten sevda meselesinin matematiği olmazdı, olmadı da.
İki insanın arasında ki mesafenin km hesabını yapabilecek matematik denklemini bilemiyorum henüz.
Bilme gönüllüsü olmadımda.
Olmamalıyım da.
Ben bir kadının entarisin de büyüttüğü çiçeklerin solduğunda yuvarlandım, bir adamın sesinin urganından.
Gözyaşlarıyla entarisinin arka yüzünü çevirip, entarisinde ki çiçekleri suladığını da gördüm mesela.
Kadınım ben.
Çiçekler yerleştirdim hep vücuduma.
Koklamasını bilene bir erguvan,
tutmasını bilene bir gelin perçemi,
bakmasını bilene orkide,
yaşamasını bilene fesleğen olurdum elbet.

Ben bir adamın deri ceketinin sol iç cebindeki sigara paketini,
avuçlayan parmaklarının kokusunu özlediğimde karar verdim balkondan bedenimi yer yüzüne atmaya.
Silkelensem.
Ah bir silkelensem, gökyüzü düşer ceplerimden.
Ayaklarımın altından kayar yeryüzü.
Sahi bir gece de kaç kere ölebilirdi insan?
Kaç kere kırılıp, dökülebilirdi?
Kaç kere aynı adam tarafından terkedildiğini sayabilirdi?
Kaç kere aynı adama kavuştuğunu sayabilirdi?
Kaç kere aynı adamı özleyebilirdi?
Kaç kere insan olduğunu hatırlardı?
Kaç kere kafasını dizlerine gömüp, hıçkıra hıçkıra ağlardı?
Sayısı varmıydı bunların?
Yoktu.
Hesabı bile yapılamıyordu üstelik.
Ben bu ara kendimi yalnız ve yalnız annemin fotoğrafına anlattım.
Fotoğraf çercevesini duvardaki çiviye astığımda buldum kendimi.
Ona anlatsam,ağlardı bilirim.
Yalnız ve yalnız annemin fotoğrafına anlattım dedim ya.
Ve ben annem ağladığında bir kez daha nefret ediyordum, çocukluğumdan.
Anneme şimdi başından tut sonuna kadar anlatsam, oturur benimle ağlardı.
O saatten sonra kaldıramazdım.
Tutunamazdım.
Annemdi o.
Zaafım.
Büyük yenilgim.
Ve ben terkedildiğim yerden, annemin tülbentindeki analığının kokusundan tutunuyorum hayata.
Tutunmalıyım da.
"İnsanın yarası,sadece ve sadece insanadır."
Öğrendim.
Bunu da öğrendim bak mesela.

Şükrü Erbaş'ın Ömür hanıma dediği gibi;

 Acıyı görmeyen insan, umutsuzluğu yaşamayan, iliklerine dek 
kederin işleyip yaralamadığı bir insan, mutluluktan, 
umuttan, sevinçten ne anlar? 
Göğü görmeden, denizi görmeden maviyi anlamaya benzemez mi bu?

Böyleydi işte.
Üzgünüm, beni hiçbiriniz anlamadınız.
Hoşça kalın, mümkünse.

26 Mart 2016 Cumartesi








Yanında olacağınızı söyleyen insanların, yaraları ile kaplıdır gerdanımız.
Aldanmayın.
Herkes aynı şeyleri söyler gelirken.
Herkes eksik olduğu yerden başlar kendini savunmaya.
Kadınız biz.
Aldanır, inanırız çoğu zaman.
Unutmayın ki, seven bir kadın defalarca şans verir adama.
Sonrası mı pek ala.
Ben bugünlerde limanı olmayan bir gemi, gökyüzü olmayan bir mavi kadınım.
İnanmak mı?
Güvenmek mi?
Ne haddime.
Ben bir adamın göğünden bir kere düştüm.
Sonrası mı?
Adam kayıp , kadın ölü.
Şimdilerde pek bir kitap 📚 okur oldum.
Kahveyi ☕ biraz çoğalttım.
Kafamı toparlamama izin veriyor, daha iyi oluyorum.
Saat kovalayıp, gece olmasını bekliyorum ve kafamı gömüyorum kitaplara.
Huzur veriyorlar.
Bazen okurken uyuya kalıyorum, sabah kaldığım yeri karıştırıp çoğu kez aynı yeri tekrar etmek zorunda kalıyorum.
Uykuya sokuyorum kafamı.
Uyku iyi geliyordu.
Kitap gibi, kahve gibi, oyuncak toto yumurta gibi.
Bir o zaman daha az hatırlıyorum.
Sonrası mı hep kaos.
Ülkem gibiyim, karışık.
Her an patlama ihtimali bol bir canlı bomba gibi.
Ya da saçma sapan ve alelade.
Galiba yine hiç bir şeyi anımsayamıyorum.
Heyhat.
Ben dün gece, içimde ne varsa hepsini astım. Bundandır gevrekliğim ve tamaah etmeyişim.
Üzgünüm.
Hangi gönle sığmaya çalışsam ötekileştirildim.
Ben kafamı bir omuza, bir göğüse, bir adama yaslamayı istedim.
Bir koltuk altında çadır kurmayı düşledim.
Nefes almak için dahi olsa ayrılmazdım oradan.
Bilirim.
Anlamlandıramıyorum.
Ben bu gece epeyce veda ettim ona dair ne varsa.
Kendimden içeri öldürdüğümde, daha güçlü olacaktım.
Olması gereken, olması reddedilmeyecek tek şey buydu şu sıralar.
Kendimi tanıyamadığım, insanlardan keskince nefret duyan bir insan olma şuuruna kapılan kendimden kaçmak için en mantıklısı buydu.
Ben bu aralar pek bi kadınım.
İçimde ona dair ne varsa öldürdüğümden beri pek bir kadınım.
Bu ara, çoğu sıra.

Düngecedüşündümbugünyazdım / Sinem Tetik 🎈